Devlet adamliği ve ulus devlet

Devlet adamliği ve ulus devlet

Play all audios:

Loading...

Fatih Sultan Mehmet adı, ne yazık ki yalnızca 1453’te İstanbul’un fethiyle özdeşleştirilmiştir. Hiç kuşkusuz, İstanbul’un fethi, dünya siyasal tarihi açısından oldukça önemlidir. Ancak,


Fatih Sultan Mehmet’in asıl devlet adamlığı, İstanbul’un alınışından sonra başlamış, Fatih, aslolanın İstanbul’u almak değil; elde tutmak olduğunu belirterek jeopolitik stratejisini genişçe


bir öngörüyle oluşturmuştur. İstanbul’un fethinden sonra, dünya politikasına egemen olmak için Mora Yarımada’sı, İstanbul ve Kırım’ı elde tutmanın dehasını ortaya koymuş, bu bağlamda yeni


seferlerini bu yönlere doğru başlatmıştır. İÇ HUKUK SISTEMI Böylece 1460’da Mora, 1475’de de Kırım’ın fethiyle Karadeniz’i bir Türk gölü haline getirmiş, 1480’e kadar da balkanların genişçe


bir bölümünü almış Sırbistan (1454- 1459), Mora Romanya, Moldova, Bosna-Hersek, Arnavutluk, Venedik ve Macaristan seferleriyle Osmanlı İmparatorluğu’nun kısmen Batı Akdeniz Avrupa’daki


egemenliğini pekiştirmiştir. Batılı siyasi tarihçiler bizden farklı olarak 1453 değil de, Orta Çağ’ın kapanıp, Yeni Çağ’ın başlangıcı olarak her ne denli 1492 Amerika Kıtası’nın keşfini


kabul etseler de , bu keşfe yol açan temel nedenlerden birisi, Batı devletlerin Mora, İstanbul ve Kırım üzerinden Doğu’ya ve Uzak Doğu’ya gitme yollarının kapanmasıdır. İç siyasete Fatih’in


devlet adamlığına gelince: Prof.Dr. İlber Ortaylı’nın belirttiği gibi 3. Roma olarak da adlandırılan Osmanlı İmparatorluğu, iç hukuk sistemini de Roma hukuku üzerine tasarlamış, şeri hukuka


yanında, geleneksel, yerleşmiş Örfi Hukuk’un kanunnamelerini yapan ilk Müslüman Türk devlet adamı olmuştur. Bu geleneksel örfi hukuk sistemi, öylesine içselleştirilmiştir ki, günümüzde bazı


kesimlerin “faşist Kemalist rejim”in bir ürünü olduğunu sandıkları devlet ve devleti kutsama da yine Roma hukuk geleneğinden esinlenerek taa 15.yüzyıldan beri Osmanlı Devleti’nin


imparatorluğa dönüşüm sürecinin tutkalı olarak günümüze değin varlığını korumaktadır. VIYANA KUŞATMASI Öyle ki, Batılıların Muhteşem (magnificent) sıfatıyla nitelendirdikleri Sultan


Süleyman’ı bizim “Kanuni” sıfatıyla nitelememiz, bu sultanın yaptığı fetihlerden çok, Roma hukuk geleneğini sürdürerek Fatih’ten sonra ikinci kez örfi yasaları güncelleyip daha geniş


kapsamlı hale getirmesiyle bilincimizde yer etmesiyle ilgilidir. Her ne denli Kanuni, Osmanlı’nın operasyon alanı dışında kalması, İstanbul’la lojistik desteğinin kesilmesi gibi temel


nedenlerle Viyana kuşatmasında başarılı olamamışsa da, hem imparatorluğun topraklarının Doğu’ya doğru genişlemesinde hem de Balkanlar, orta Avrupa ve Akdeniz’deki stratejik noktaları elinde


tutmayı başarmıştır. Bu bağlamda şu soru akla gelmektedir: 10 binlerce askerle gidilip 500 yıl vatan toprağı olarak kalan Balkanlar coğrafyasından 1912-1913 Balkan savaşları’ndan Osmanlı


devleti hezimetle ve 5 milyon ölüm ve göçle çekilmek zorunda kalırken, 200 kişiyle Avustralya, Amerika, Hindistan, Kanada, Güney Afrika’ya giden İngiltere nasıl hâlâ üzerinde güneş batmayan


bir Birleşik Krallık kurmuş ve 21. yüzyıla değin de bu varlığını koruyabilmiştir? PALYATIF POLITIKA Çünkü, İngilizler, Sanayi Devrimi’yle birlikte feodalizmden kapitalizme evrilen


ekonomilerinin ruhuna uygun bir din ahlakı (protestanlık) üretip her gittikleri topraklarda dini misyonerleri aracılığıyla İncil dağıtırken, eğitim misyonerleriyle de İngilizce öğretmiş, öte


yandan da kapitalist sisteme sömürgelerini öylesine entegre etmiştir ki, İngiliz sisteminden kopmak isteyen her sömürge, o sistemle birlikte kendi kolunun ve bacağının da gidebileceği


farkındalığıyla bu entegrasyonu korumak zorunda kalmıştır. Oysa Osmanlı devlet adamlarının jeostrateji vizyonu kadar ekonomik entegrasyon vizyonları olamamış, fethettikleri her toprağa


merkezden bir vali atayarak sadece vergi toplamış, buna da yüzyılımızın (Türk düşünürleri !), anlaşılmaz bir biçimde “Osmanlı’nın Hoşgörüsü” adını vermişlerdir. Anlaşılmazdır; çünkü hoşgörü,


insanlararası bir tutum olarak tanımlanabilir ve bir devlet politikası asla olamaz. Osmanlı’nın izlediği politika, fethettiği toprağın geliriyle ilgilenmek ama o toprakların insanlarını


hesaba katmayan palyatif bir politikadır. PARÇALI YATIRIM! Örneğin, gayri müslimlerden toprak vergisi olarak alınan haraçta, Müslümanlığa geçerlerse vergi indirimi, askere giderlerse ve


okullarda Türkçe öğrenirlerse cizye vergisinde hem indirim hem de can ve mal güvenliklerinin sağlanması, çiftebozan vergisinde tüm tebaadan her yıl toprağı işleme karşılığı tarım ürünleri


taban fiyatlarının yüksek tutulacağı gibi vergi indirim politikalarıyla tebaa sistemine entegre edilebilir, Osmanlı Devleti Balkanlar’dan çekilebilir ama hezimete uğramaz ve ardında da 200


yıllık bir düşmanlık da bırakmayabilirdi. Tıpkı SSCB döneminde Rusça’nın her cumhuriyette eğitim/resmi dili olması, devlet yatırımlarının parçalı olarak çeşitli cumhuriyetlere yapılması,


örneğin, bir uçağın motorunun Kazakistan’da, kanatlarının Ermenistan’da, gövdesinin Beyaz Rusya’da üretilerek 1990 sonrası parçalanan SSCB cumhuriyetlerinin tek başına bir şey öğretme


yeteneğinin kısıtlanması ve kendi dilleriyle birbirleriyle ilişki kuramayınca tekrar Rusçaya dönmeleri ve Rus Federasyonu etrafında dolaşmaya başlamaları gibi. KALKINMA MOTORU Her ne denli


Sultan 3. Ahmet zamanında 1700’lerin başında sanayileşme, kalkınmanın motoru olarak algılanmışsa da atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş, daha sonra İngiltere’yle 1838 Balta Limanı Anlaşması


yapılarak bu ülkenin emperyalist kıskacına geri dönülmez bir biçimde girilmiştir. Bu emperyalist politikayla baş edemeyerek gerilemeye başlayan ancak Sultan 2. Abdülhamit’in Müslüman kalan


toprak parçalarını korumak üzere izlediği Batıcı, baskıcı ve çok yönlü strateji politikasıyla imparatorluğun ömrü 33 yıl daha uzatılabilmiş, ama Müslüman Araplar da milliyetçiliğin yükselen


değerler arasına girmesiyle entegre olamadıkları sistemden 1.Dünya Savaşı sonrası kopmuşlardır. İmparatorluktan artakalanlarla kurduğu Türkiye Cumhuriyeti devletini toprağa dayalı bir


milliyetçilik ilkesi, Türkçe resmi dil ve eğitim politikası, devletçilik ekonomik yapılanması ve barışçı dış politika stratejisiyle Atatürk, döneminde askeri alanda hiç yatırım yapılmamış


yalnızca eğitim, sağlık, ulaşım ve sanayileşme girişimleriyle yurttaşlar sisteme entegre edilmeye çalışılmıştır. PARÇALANACAK MI? Ne var ki, diğer dünya devrimlerinden farklı olarak,


BMM’sindeki sağ kanadın sürekli muhalefetiyle toprak reforumu yapılamayacak, bu nedenle 2000’lere gelindiğinde mikromilliyetçiliğin etkisiyle ancak yüzde 80’i sistemle bütünleşen, yüzde


20’sinin ayrılıkçı hareketiyle yüz yüze kalınan bir “Kürt sorunu” ortaya çıkacaktır. Bir yandan yeni yerel yönetimler yasası, başkanlık sistemi tartışmaları ve bölücü hareketin önde


gelenleriyle yapılan görüşmeler öte yandan AKP’nin 2023 ve 2071 söylemleriyle oluşturulan stratejisiyle, anılan tarihlere devlet bir bütün olarak mı girecek yoksa Anadolu Beylikleri gibi


parçalanacak mı? Bekleyip göreceğiz. HABERIN DEVAMI__ PROF. DR. NURŞEN MAZICI Prof. Dr. Nurşen Mazıcı Malatya’da doğdu. Derme İlkokulu’nu, Hasan Varol Ortaokulu ve Turan Emeksiz Lisesi’ni


bitirdi. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni, ardından da Selçuk Üniversitesi Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi’nde lisans öğrenimini tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi’nde


Siyaset Bilimi mastır ve doktorası yaptı. Londra’da doktora tez çalışmasının ardından kazandığı bir bursla Almanya’da Christian Albert Üniversitesi’nde Ulusal Güvenlik konusunda katıldığı


kurstan başarı sertifikası aldı. Michigan Üniversitesi’nde Near East and North African Studies’de Siyaset Bilimi post doktorası sırasında üç yıl, Ortadoğu Ülkelerinde Demokratikleşme Süreci


üzerinde çalıştı ve doçent oldu. 2000 yılında Washington DC`deki National Archives`daki belgesel araştırmaları sonucu profesörlük unvanını kazandı.